Şampiyon Hikayesi: Doğasever Baba Ivern Dikenayak

Mantarların bu kadar akıllı olmasını aklım almıyor doğrusu.

Birçoklarının Doğasever Baba adıyla tanıdığı Ivern Dikenayak bir yandan Runeterra ormanlarını arşınlarken bir yandan da adım attığı her yerde yaşam filizlendiren, tuhaf mı tuhaf bir yarı ağaç, yarı insan. Tabiatın bütün sırlarına vakıf olan Doğasever Baba filizlenen, uçan, sıçrayan, yampiri yampiri yürüyen demeden her şeyle derin dostluk bağları kurar. Ivern yaban diyarları arşınlarken karşısına çıkan herkese tuhaf bilgeliğini aktarır, ormanları zenginleştirir ve ara sıra boşboğaz kelebeklerle sırlarını paylaşmaktan kendini alamaz.

Freljord’un ilk günlerinde Ivern demir gibi iradesi ve sarsılmaz azmiyle yüreklere korku salan bir insan, yaman bir savaşçıydı. Gelgelelim Buzdoğanlar iktidarı ele geçirip de Ivern ve ırkına, kendilerine meydan okumaya cüret eden gafil faniler olarak baktığında gücünün anlamı kalmadı. Bunun üzerine Ivern dostlarıyla birlikte bu büyücü efendileri alaşağı etmek için planlar yapmaya koyuldu. Zalim Ivern ve emrindeki savaşlarla perçinlenmiş birlik, efsaneye göre dünyadaki her tür büyünün kaynağı olan uzak bir diyara ulaşmak için, ayazlar arasında Buz Muhafızları limanından yelken açtı. Ivern böylesine bir gücü ele geçirebilirse Buzdoğanları alt edebileceğine inanıyordu. Gemileri ufukta uzaklaşırken hafızalardan da silinip efsanelerin arasındaki yerini aldı; çünkü onları bir daha gören olmayacaktı ve karın altında kalan tekerlek izleri gibi Freljord tarihinin tozlu sayfaları arasında kaybolup gideceklerdi.

Deniz, amaçlarının asaletine meydan okurcasına hiddetli dalgalarıyla gemileri döverken en yürekli adamlar bile cesaretini yitirdi. İsyan çıkaran nice ödleği kılıçtan geçirdikten sonra ordusunu Ionia kıyılarına indiren Ivern, kendisine direnmeye çalışan yerlileri acımasızca katletmeye koyuldu. Sonunda Ionia’lılar teslim oldu ve Freljord’luları Omikayalan, Dünyanın Kalbi adlı kutsal koruluğa götürdü. Ivern’ün adamlarının çoğu bunu fetihlerine karşılık bir hediye, bir sadakat sembolü şeklinde yorumlamıştı. Gelgelelim en büyük direnişle bu tuhaf mu tuhaf, hayat dolu bahçede karşılaşacaklardı.

Karşılarına yepyeni ve gizemli bir düşman çıktı. Yarı insan, yarı hayvan varlıklar küçülen birliğin peşine düşüp fatih özentilerini kesip biçmeye başladı. Yolundan yılmayan Ivern ordusundan kalan bir avuç hırpani askerle birlikte ilerlemeye devam etti; ta ki Ionia’lıların bu kadar kutsal saydığı şeyi keşfedene kadar: Altın sarısı ve yemyeşil ışıkla parıldayan, uzun mu uzun yaprakları yerlere kadar uzanan devasa İlah Söğüt’ü. Son hücumlarında adamları katledilirken Ivern adeta bu gizemli ağacın büyüsüne kapılmıştı. Hasımlarının şevkini kırmak için baltasını kaptığı gibi on adam gücüyle ağaca savurdu. Darbeyi hissetmedi bile. Hiçbir şey hissetmiyordu. İlah Söğüt’ü devirip içindeki bütün yaşam gücünü söndürürken ortaya çıkan kör edici ışıktan başka hiçbir şey yoktu.

Sonra çok daha tuhaf bir şey oldu. Elleri, savaş baltasıyla ve İlah Söğüt’ün dokusuyla bütünleşip bir oldu. Uzuvları uzuyor, boğum boğum olup tahta gibi sertleşiyordu. Bedeninin geri kalanı da sertleşip kabuklarla kaplanırken çaresizce durmaktan başka bir şey yapamadı. Göz açıp kapayıncaya kadar üç metrelik boyuyla, katledilmiş yoldaşlarına tepeden baktığını fark etti. Kalbinin atışını duyamıyordu ama hâlâ uyanıktı ve bilinci açıktı.

Sonra içinin derinliklerinden yükselen bir ses duydu. ”İzle,” dedi ses.

Adeta saniyeler içinde cesetler rengârenk mantarlarla vızıldayan böceklerin altında kalıp çürüdü. Bedenler, leşçil kuşlarla kurtları besliyordu. Kemikler verimli toprakta çözüldü ve sözde fatihlerin yediği meyvelerin tohumları filizlenip ağaçlara dönüştü, sonra da bu ağaçlar kendi meyvelerini verdi. Tepeler, sükunetle nefes alan akciğerler misali yükselip alçaldı. Yeşil yapraklarla taç yaprakları rengârenk yürekler misali ışıldıyordu. Çevresini saran ölümden, akıl almayacak çeşitlilikte yaşam fışkırıyordu.

Ivern ömründe hiç böylesine bir güzelliğe tanık olmamıştı. Bütün biçimleriyle yaşam, çözülmek istemeyen bir kördüğüm misali birbirine bağlanmıştı. Ivern yaptığı hataları, başkalarına çektirdiği ıstırapları düşündü ve dayanılmaz bir kedere gark oldu.

Ağlamaya başladığında fark etti ki çiğ tanelerinden gözyaşları artık ağacı andıran bir hâl alan bedeninin kabuğundan ve yapraklarının üzerinden süzülmekteydi. ”İlah Söğüt’e mi dönüşüyorum?” diye merak etmekten kendini alamadı.

Sonra Ivern’ün içinden yükselen ses ona başka bir şey söyledi ve ”Dinle,” dedi. Bunun üzerine Ivern kulak kesildi.

Başlarda hiçbir şey duyamadı. Sonra sayısız yaratığın iniltileri, nehirlerin çağıltıları, ağaçların ulumaları ve yosunlardan süzülen damlaların sesi doldurdu kulaklarını. Koro olmuş, İlah Söğüt’ün yasını tutan bir ağıt yakıyorlardı. Ivern’ün içi pişmanlıkla dolup taştı ve bağışlanmak için yakardı. Ansızın bacaklarına mini mini bir sincap sürtündü. Etrafındaki hayvanların bakışlarını üzerinde hissetti. Bitkiler kökleriyle ona uzanıyordu. Tabiatın nazarı üstüne sabitlendi ve sımsıcak bir bağışlanma dalgasının iliklerine işlediğini hissetti.

Ivern nihayet hareket ettiğinde aradan bir asırdan uzun süre geçmişti ve karşısında yepyeni bir dünya buldu. Eski benliğinin vahşet düşkünlüğü ve zalimliği, artık yüreğindeki soluk yankılardan ibaretti. Onca yıkıma sebep olan artık çok gerilerde kalmıştı. İçindeki ses sordu; neden o? Neden kendisinin canı bağışlanmıştı?

Ses üçüncü defa konuştu. ”Büyü,” dedi.

Bu söz onu tereddüde düşürdü. Ses kendisinin büyümesini mi istiyordu, yoksa kendisiyle birlikte çevresindeki dünyanın büyümesine yardım etmesini mi? Sonra muhtemelen ikisini birden kastettiğini düşündü; ne de olsa biraz fazladan büyümeden kime zarar gelirdi ki? Ivern kendisine şöyle bir göz gezdirip kabuğa dönüşmüş tenini, kolundaki mantarı, eskiden kılıç kınının durduğu yere yerleşen sincap ailesini gördü. Bu yeni bedene hayran kalmıştı. Sonra ayak parmaklarını toprağa gömüp kökler ve böceklerle iletişim kurabildiğini keşfetti. Toprağın bile kendi fikirleri vardı!

Ivern, dünya sakinlerini tanımanın harika bir başlangıç olacağına kanaat getirdi ve onları tanımaya koyuldu. Bu iş birkaç asır sürdü ama tam sayısını Ivern de kestiremiyordu çünkü kişi bu kadar eğlenirken zaman da su gibi akıp gidiyordu. Dünyayı arşın arşın dolaşıp büyük küçük demeden bütün canlılarla yakın dostluklar kurdu. Zaaflarını gözlemledi, minik huylarını keşfettikçe keyiften dört köşe oldu ve ara sıra onlara yardım eli uzattı. Tırtılların yollarını kısalttı, haylaz korkabuklarla bir olup şakalar yaptı, huysuz canavarlara sarılıp onları mutluluğa boğdu ve bilge ihtiyar yosunlarla birlikte güldü. Ivern’ün adım attığı her yerde daimi bir ilkbahar baş gösteriyor ve hayvanlar uyum içinde yaşıyordu.

Bazen de dikkatsiz yırtıcıların haksız yere yaraladığı hayvanları kurtarıyordu Ivern. Bir keresinde yaralı bir taş golem buldu. Zavallı yaratığın ölümün eşiğinde olduğunu fark eder etmez nehirdeki çakıl taşlarından ona yeni bir kalp hazırladı. Bütün mineral varlıkların geleneği gereği, bunun üzerine golem Ivern’ün can yoldaşı oldu. Ivern, taştan bedeninde gizemli bir şekilde filizlenen çiçeklerden esinlenerek ona ‘papatya’ anlamına gelen Daisy adını verdi. Bugün bile Ivern ne zaman dara düşse Daisy soluğu onun yanında alıyor.

Zaman geldi, Ivern çoğu barışçıl olan insanlarla da karşılaştı. Bu insanlar ona Dikenayak veya Doğasever Baba adlarını verdi ve tuhaf ihsanına dair hikâyeleri kulaktan kulağa yaydılar. Gelgelelim verdiklerinden çok almaları, yeri gelince son derece zalim ve insan olabilmeleri Ivern’ü rahatsız etti ve onların yanından uzaklaştı.

Sonra içindeki ses Ivern’le dördüncü defa konuştu.

”Göster,” dedi ses.

Ivern ormanlardan ayrıldı ve insanoğluyla kaplı bir dünyanın huzuruna çıkmak için yollara düştü. Bir zamanlar içinde yanan azim ateşi yine alevlenmişti ama bu defa ateşi körükleyen, nefret ya da zalimlik değildi. Vaktiyle aldığı şeyi günün birinde yerine koyabilmeyi umut ediyordu. Yeni İlah Söğüt olarak anılmak istiyorsa insanlığı yeşertmesi; insanoğluna izlemeyi, dinlemeyi ve büyümeyi göstermesi gerekiyordu. Zamanında kendisi de insan olduğu için Ivern bunun hiç de kolay bir iş olmadığının farkındaydı; bu yüzden gülümsedi ve güneş son defa batmadan önce bu vazifeyi tamamlamak için kendi kendine iddiaya girdi. Yeterli vaktinin olacağını biliyordu.

ZEHRİN HEDİYESİ

Yüz yıl çoğu insan için uzun bir süredir. Bir asırda kişi bütün dünyayı keşfedebilir, binlerce insanla tanışabilir veya sayısız sanat eseri tamamlayabilir. Bu durumda herkes bir asırdan uzun süre aynı noktada dikilip durmanın olağanüstü bir israf olduğunu varsayabilir. Gelgelelim Ivern Dikenayak bu süre zarfında hayal dahi edilemeyecek kadar çok iş başarmıştı.

Örneğin bir taş mantarı kolonisiyle konakları arasındaki nicedir süren bir anlaşmazlığı tatlıya bağlamış, nesiller boyunca kış sincaplarına sonbaharda toplanıp unutulan palamutlarını bulmada yardımcı olmuş ve yalnız bir kurdu, ulumasına ‘cırtlak’ diyen sürüsüne dönmeye ikna etmişti.

Ivern’ün ayak parmakları toprak örtüsünün altlarına uzanmış, kurnaz yumru köklerle ihmalkâr solucanların arasından kıvrıla kıvrıla ilerleyerek daha yaşlı ağaçların kökleriyle haşır neşir olmuş ve Ivern’ün etrafını kuşatan orman bereketle dolmuştu. Elbette Ivern daha nice işin altından kalkmıştı ama bu örnekler bile boşa harcanmayan bir asra örnek olsa gerek.

Her şey güllük gülistanlık gidiyordu ki karayemişler mırıldanarak ormanın kıyısından karanlık haberler taşıyıp getirdi.

Köklerinin arasından ”Avcılar!” diye haykırarak bütün ormanı ayağa kaldırdılar.

Ivern karayemişlerin ufacık bir tuz salyangozu kaybolsa bile yapraklarını telaşla havaya diken, tedirgin ağaçlar olduğunu biliyordu. Hem avlanmak o kadar kötü bir şey de sayılmazdı çünkü yaşam döngüsünde hiçbir şeyin israf edilmesine yer yoktu. Gelgelelim karayemişler kızılgerdanları endişelendirmişti. Kızılgerdanlar gidip kelebeklere haber vermişti ve bir haber kelebeklerin kulağına gittiyse bütün ormanda bunu duymayan kalmazdı.

Bunun üzerine Ivern ayağa kalktı ve atalarından kalma yuvalarının yeri değiştiği için söylenen karınca kolonisini sakinleştirdikten sonra üzerinden pul pul kabuk parçaları dökerek ilerlemeye başladı. Ormanda ilerlerken attığı her adımla boy veren çiçeklerle birlikte telaş da arttı.

Üç kişiler, diye cikledi sincaplar.

Gözleri bir çift kanlı ay gibi, diye fokurdadı yampiri yengeçler saklandıkları nehirde.

Kocadişlerden daha kana susamışlar, diye ilan etti kocadişler.

Gök doğanlar avcıların kendi yumurtalarının peşinde olduğuna yeminler etti. Fildişi renkli kasımpatılar ışıltılı taçyapraklarının derdine düşmüştü; bunu duyan Daisy, çiçeklerini çok sevdiği için endişelenmeden edemedi. Ivern tek tek hepsini sakinleştirdi ve tehlike geçene kadar saklanmalarını söyledi. Ivern, Daisy’nin kendisini takip ettiğini fark etmemiş gibi yaptı; zavallı şey, kendini çok sinsi zannediyordu.

Çimlerin üstünde cansız yatan bir sekiz dişli kırçılsığır gördü. Boynunun gövdesiyle birleştirdiği yerdeki kas yumrusuna üç ok saplanmıştı. Ivern’ün gözünden ağaç özsuyundan bir damla yaş süzülürken Mikkus adını verdiği bir sincap Doğasever Baba’nın göğsüne tutunarak tırmandı ve üzüntüyle yanağını okşadı.

”Avcılar etten yemek yapıyor,” dedi, Ivern yüksek sesle. ”Avcılar kemikleri oyup oyuncak ve aletler yapıyor. Avcılar kürklerden kıyafet, deriden çizme yapıyor.”

Cansız yatan hayvanın ışıl ışıl sekiz dişinin yerinde yeller esiyordu. Ivern yere dokundu ve cansız kırçılsığırın etrafında çember hâlinde papatyalar filizlendi. Gözüne kayarak uzaklaşan, yavru bir taşpul ilişti. Taşpul engerekleri, yaşlarından beklenmeyecek kadar bilge olurdu.

”Ssssöylesene, tehlike geçti mi?” diye sordu yılan tıslayarak.

Ivern yılanların peltekliklerinden utandığını biliyordu ve uzunca bir süre onlarla konuşurken ıslık sesli kelimeler kullanmaktan kaçınmıştı. Sonra onları en çok korktukları kelimeleri kullanmaları için cesaretlendirmiş ama bu defa da yılanlar öğüdünü fazla ciddiye almış ve özellikle ”S” harfiyle başlayan cümleler kurmaya koyulmuşlardı.

Yılanlar işte. Her şeyin en iyisini yapmazlarsa olmaz.

”Artık etraf güvenli, ufaklık.” Zavallı şey, bütün olup bitenleri görmüş galiba. ”Buraya çöreklen ve benim için kırçılsığıra göz kulak ol,” dedi, yavru engereğe. ”Bu meselenin aslını öğrenir öğrenmez döneceğim.”
Kırçılsığır dişleri Risbell’in her adımına inat öyle tangırdıyordu ki Risbell sonunda durup bir sonraki avı gürültüden korkmasın diye çantasını yeniden düzenlemek zorunda kaldı. Nehrin yukarısındaki bu ganimet sayesinde servete konacaklardı. Şehir ahalisi uydurma taşra ilaçlarına iyi para döküyordu.

Tek gözlü, köşeli çeneli avcı Niko bir başka kırçılsığırın toynak izlerini buldu. Bunun üzerine dönen kadın, balina kemiğinden yayıyla arkasında duran zengin şehirli Eddo’ya bakıp sırıttı. Dişlerini göstere göstere sırıtan Eddo’yu görünce, ekibin en genci Risbell titredi.

İlerideki ağaçsız bir açıklıkta başka bir sekiz dişli kırçılsığır, en sevdiği otlarla karnını doyuruyordu. Üç avcı bir tek kuru yaprağa bile basmamaya özen göstererek usulca yaklaşmaya koyuldu.

Önceden prova etmişçesine üçü de aynı anda yaylarını kaldırıp dikkatle nişan aldı. Yumuşak yerdutlarıyla mahmuzotlarını yemekle meşgul olan hayvanın aşağıda kalan başı, boyun kökündeki kas yumrusunun görünmesini engelliyordu. Bu yumru, deşildiği zaman avcılar dişleri sökerken kan akışının devamını sağlayacaktı. Dişlerin tesirinin artması için söküldükleri sırada hayvanın hayatta olmasının çok önemli olduğunu söylüyordu Eddo.

Kırçılsığırın başını kaldırmasını beklerken Risbell’in boynunda boncuk boncuk ter birikmişti. Hayvan başını kaldırdığı anda normalde bilek hizasında olan mahmuzotları akıl almaz bir hızla büyüyüp avcıların boyunu aştı. Sapları güneşe uzandı ve anında rengârenk çiçekler açtı. Çiçeklerle bezeli mahmuzotundan bir duvar, kırçılsığırla avcıların arasına girmişti.

Eddo yayını düşürdü. Niko’nun sağlam tek gözü yuvasından fırlayacakmış gibi duruyordu. Risbell’in yayından kurtulan oku havada amaçsızca süzüldü. Oysa parmaklarına oku salıverme emri vermemişti. Dehşet içinde en yakın ağaca doğru geriledi.

”Bu ormanın lanetli olduğunu söylemiştim,” diye fısıldadı Risbell. ”Artık gitmemiz lazım.”

”Bu, sihirle ilk mücadelem değil,” dedi Niko. ”Bu işi eski usulle halledeceğim.”

Niko okunu sadağına yerleştirdi ve kemerinden uzun, kötülükle ışıldayan bir hançer çıkardı.

Eddo da aynı şey yaptı. İkisi birden Risbell’e dişlerin başında beklemesini işaret edip görünmemeye çalışarak mahmuzotundan duvara daldı. Risbell beklemeye koyuldu ama nefesini tutmasına rağmen ikilinin ayak seslerini bile duyamıyordu. Günün birinde arkadaşları kadar sessiz ve ölümcül olabilmeyi hayal ediyordu. Yine de bu bitki duvarının dikkate alınması gereken bir uyarı olduğunu söyleyen, içindeki huzursuz edici sesi bastıramıyordu. Birden ninesinin bu dünyada gezen tuhaf büyülü varlıklara dair anlattığı hikâyeler geldi aklına. Hepsi çocuk masalı, diye geçirdi içinden.

Ansızın ağaçların arasındaki açık alanda tuhaf ve yabancı bir ses yankılandı. Bu hiç de kırçılsığır sesine benzemiyordu; aksine yere gümbür gümbür çarpan kayaların sesini andırıyordu ve her gümbürtüyle sanki yerdeki ağaç dalları paramparça oluyordu. Bu sese sebep olan her neyse, Eddo’yla Niko’nun can havliyle çalılıktan fırlamasına yetmişti. Suratları kireç beyazıydı ve ikisinin de gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Sonra arkadaşlarının kaçmasına neden olan şeyi Risbell de gördü.

Bir çiçek; fildişi renkli bir kasımpatı, otların üzerinde dans ediyordu. Hayli tuhaf bir manzaraydı doğrusu.

Sonra Risbell çiçeğin yaklaştığını fark etti. Otlar açıldı ve karşısında taş ve yosundan, dev gibi bir suret belirdi. Bu dudak uçuklatacak kadar heybetli, ayaklı granit parçası belli bir tempoyla ilerliyordu. Risbell daha ne olup bittiğini idrak edemeden, yaratığa hitap eden sakin bir ses duydu.

”Daisy! Dikkat et. Nazik ol!”

Risbell dişlerle dolu çantayı kaptığı gibi Niko’yla Eddo’nun peşine düştü; bir yandan da kamp kurdukları yere çıkan yolu hatırlamaya çalışıyordu. Karşılarına çıkan her ağaçtan yeni bir çalılık fışkırıyordu. Yürüdükçe yaprakları sallayan bir şey çalıların arasında kol geziyor; Risbell çıkış yolunu bulmak için çemberler çizerken kıkırdıyordu. Risbell yabancı bir ormanda tek başınaydı ve bütün batasıca ağaçların arkasından neredeyse bir anda yeni çalılıklar peydahlanıyordu.

Ninesinin güttüğü koyunlar gibi yönlendirildiğini hissediyordu Risbell. Bir tuzağa doğru ilerlediğini bile bile omuzlarını dikleştirdi ve çalılıkların çizdiği yolu takip etmeye koyuldu.
Genç avcı çalılık labirentinden çıkıp kırçılsığırın cansız bedenine yaklaşırken Ivern’ün gözü üstündeydi. Zavallı şey, dehşetten ödü patlayacak gibi görünüyordu. Ömründe Ivern’e benzeyen kimseyi görmediği gün gibi ortadaydı. Nazik olmaya çalıştı ama bütün insanların kendilerine özgü tepkiler verdiğini biliyordu. Başka bir deyişle kendini beğenmiş cırlakkuşlarının cırıltıları gibi hep bir ağızdan konuşmazlar, aynı şeyi yapmazlardı.

”Lütfen. Sakın korkma. Tabii tabiatın onu gerektiriyorsa başka. O zaman dilediğin kadar korkabilirsin. Ben beklerim. Gerçekten hiç sorun etmem.”

Ivern’ün kimseyi korkutmak gibi bir niyeti yoktu. Yine de kimse başkasının deneyimini önceden hesaplayamazdı.

”Bitir işimi,” dedi Risbell. Sesi titreyen kız, gözlerini Ivern’den kaçırıyordu. ”Yasak bir yere girdiğimin farkındayım. Artık senin insafına kaldım ama ne olur çabuk olsun.”

”Çabuk mu olsun?” Ivern omuz silkti. ”Elbette. Gitmek isteyeceğin başka bir yer olacağı hiç aklıma gelmemişti. Pekala o zaman.”

Kız gözlerini kapattı ve çenesini kaldırıp boğazını açığa çıkardı. Ardından kemerinin arka tarafındaki kına uzanıp eliyle hançerini sımsıkı kavradı. Bu varlık onu gözüne kestirdiyse bir sürprize de hazır olmalıydı.

”Lakin sadece nedenini öğrenmek istiyorum,” dedi Ivern, neşeli bir sesle. Dalları andıran parmaklarıyla kırçılsığırın cansız bedenini işaret etti. Kolu gerekenden fazla uzayınca cansız hayvanın sırtına temas etti ve kırçılsığırın kanlar içindeki kürkünü sevgiyle okşadı.

Risbell tam hançerini çekmişti ki ayak bileğinde ani bir acı hissetti. Bacağından yukarı bir soğukluk yayılıyordu. Aşağı baktığında faili gördü: Bir taşpul engereği. Bütün Gürgenoba’nın en zehirli yılanı.

İçgüdüleri öfkesiyle birleşince yılana doğru hamle yaptı Risbell.

‘Hayır!’ diye haykırdı Ivern.

Topraktan sarmaşıkları andıran kökler fışkırdı ve kızın kolunu yakalayarak darbesini indirmesini engelledi. Kızın el bileklerini, ayak bileklerini ve dizlerini sardılar. Risbell kurtulmak için çabalarken hançerini düşürdü.

”Burada öleceğim!” diye haykırdı. Zehrin soğuğu dizlerini aşmıştı.

Yılan Ivern’ün ayaklarına doğru sürünüp bacağına dolandı ve bedeni boyunca tırmanarak nihayet koltukaltında gözden kayboldu. Sonra kafasının arkasında yeniden belirdi ve dallarından birine sarmalanıp çatallı diliyle Ivern’ün kulağını yaladı.

”Ssssakın kussssura bakma,” diye tısladı Ivern’e. ”İssstemeden irkildim.”

”Ne olur,” dedi Risbell. ”Yardım et.”

Ivern bir an düşüncelere daldı.

”Ah, tabii ya!” Bal rengi gözleri, aklına gelen bir fikirle ışıldadı. ”Kırçılsığır seven bir şey var. Özellikle de ölü kırçılsığırları.

Bir de lütfen Syrus’ı bağışla; yumurtadan daha yeni çıktı ve zehrini nasıl kontrol edeceğini bilemiyor. Maalesef sana da tam doz kaçırmış. Sana çok ama çok üzgün olduğunu söylememi istedi. Ani hareketinle irkilmiş ve tamamen içgüdülerine teslim olmuş,” dedi Ivern. ”Seyret şimdi.”

Ağaç adam kırçılsığır cesedinin başında diz çöktü, gözlerini kapattı ve derinlerden gelen, hırıltılı bir melodi mırıldanmaya başladı. Parmakları iyice açılmış ve elleri toprağa gömülmüştü. Rün işlemeli başından katman katman yeşil ışık öbekleri çıkıp kollarından aşağı süzüldü ve toprağa karıştı. Bu esnada hayvanın cansız bedeninden tuhaf mı tuhaf, mor mantarlar bitiyordu. Başta ufacıklardı ama sonra sapları uzadıkça kırçılsığırın cesedi çürümeye başladı. Çok geçmeden geriye sadece hayvanın kürkü ve kemikleri, bir de eflatun mantarlardan koca bir tarla kaldı.

”Ah şu acıteselli mantarları,” diye iç geçirdi Ivern. İçlerinden birini dikkatle koparıp aldı. ”Her zaman çok dakikler.”

Risbell’i saran sarmaşıklar çekilmeye başladı ve kız pelte gibi yere serildi. Ellerini anında kalbine götürdü. Taşpul zehrinin buz gibi sancıları göğsüne ulaşmıştı.

”Bunu ye,” dedi Ivern, mor mantarı can çekişen kadına uzatırken. ”Semender çiği veya günışığına benzemez ama tıkırkene elmaları kadar da kötü değildir.”

Risbell bu tuhaf ağaç adamın dediklerinden hiçbir şey anlamıyordu ama o anda seçenekleri son derece kısıtlıydı. Geçmişten gelen bir ses duydu. Ninesinin sesini. Tabiata güven; Doğasever Baba seni asla yanlış yola sokmaz.

Mantarı Ivern’ün elinden aldı. Acı çayla samanı andıran bir tadı vardı; son yemeğinin bu olduğunu düşününce hayal kırıklığına uğramıştı. Sonra kalbini saran buzlu pençe çözünüp geri çekilmeye başladı. Birkaç dakika içinde ayaklarını yeniden kullanabildiğini fark etti.

Kız toparlanırken Ivern tuhaf yapraklar, ağaç özü ve ayak parmaklarıyla keşfettiği kaynaktan aldığı suyla bir karışım hazırladı. Sonra bu karışımı bir gökdoğanın avcuna bıraktığı, tünekten bozma kasede kıza verdi.

”Sen osun, değil mi? Doğasever Baba sensin.”

Ivern bilmiyormuş gibi omuz silkti. ”Bak şimdi, ne güzel olur, biliyor musun?” dedi, dikkatini kırçılsığır kemiklerine vererek. ”Yosunlar mekânlara güzellik katmaya bayılır.”

Lafını bitirir bitirmez, kemiklerin üzerini kalın bir yosun örtüsü kapladı. Mantarla birleşince, daha az önce iğrenç olan manzarayı bir güzellik sarmıştı.

”Sheldon kemiklerinin ne kadar güzel olduğunu görse bayılırdı. Porsuklar sonbahardaki fırtınalardan korunmak için kaburgalarına sığınacak. Hiçbir şey boşa gitmez,” dedi Ivern, yeniden Risbell’e dikkat kesilerek. ”Çok anlamsız görünüyordu ama muazzam anlamlı oldu. Eğer o ölmeseydi sen yaşayamazdın.”

”Onun dişlerini istiyorduk,” dedi Risbell. Utanç içinde bakışlarını çizmelerine dikti. ”Zenginler o dişler için çok tantana çıkarıyor. Servet ödemeye hazırlar.”

”Para denen şeyi hatırlıyorum. İnsana iyi bir amaç verdiği pek görülmemiştir.”

”Onu öldürmememiz gerektiğini biliyordum. Ninem, bir hayvanı öldürmek gerekirse onu onurlandırmak için bütün parçalarının kullanılması gerektiğini söylerdi.”

”Ninenle tanışmayı çok isterdim,” dedi Ivern.

”Ninem çoktan toprağa karıştı.”

”Toprağın verdiğini toprağa iade etmek çok asilce.”

”Üzgünüm,” dedi Risbell uzun bir sessizliğin ardından.

”Her hayat değerlidir.” Ivern’ün sesindeki şefkat, sıcaklık ve bağışlayıcılık Risbell’i gözyaşlarına boğdu. Ivern kızın başını okşadı. ”Yalnız başıma olsam durumu daha iyi idare edemezdim. İnsanlar hakkında hatırlamam gereken ve bir daha öğrenmemek üzere unuttuğum çok fazla şey var.”

Ivern, Risbell’in ayağa kalkmasına yardım etti.

”Artık gitmem gerek. ”Güney Gölcük’teki iribaşlara, nilüfer yaprağı kralı seçimlerinde gözlemcilik yapacağıma söz vermiştim. Kıran kırana bir rekabet var.”
Bir süre sonra Risbell ağaçların arasından çıkıp nehrin kıyısına vardı. Biraz su içtikten sonra kıyıda bir çukur kazdı ve kırçılsığırın dişlerini özenle çukura bıraktı. Bir avuç toprak alıp ninesinin öğrettiği hürmet duasını okudu. Dişler gömülene kadar bu merasimi devam ettirdi. Sonra saygıyla başını eğdi ve mezar olarak işaretlediği yerden ayrıldı.

Ivern, Gürgenoba’nın derinlerinden bu jeste gülümseyerek karşılık vermekteydi. Kırçılsığır sürüsü gurur duyacaktı.

Bu yazıyı arkadaşlarınla paylaş!